5 Eylül 2016 Pazartesi

35'e bir adım...


nasıl geçti 34 yıl? hadi ilk 15 seneye çocukluk diyelim, elde kalan 20 koca sene var, her anı hatırlanan, sanki yaşanırken yavaş geçiyormuş hissi verip göz kapatıp açılıncaya değim bitiveren.

bu sene de fikrim değişmedi yine. dünya üzerindeki birçok insana göre şanslıyım ben. anne babam başımda, sevdiğim adamla evliyim, birlikte vakit geçirmeyi sevdiğim bir kardeşim ve beraber olmaktan çoook keyif aldığım eş dostum var hayatımda.

işimi seviyorum, yeterli miktarda para kazanabiliyorum, ekonomik özgürlüğüm var. evet bunlar için çoook yoruluyorum, bazen nefes alamayacak kadar çalıştığım oluyor, ama hayatta hiçbir şey kolay elde edilmiyor.


gitmek istediğim yerleri gezebildim, istediğim tatilleri yapabildim şu ana kadar, inşallah bundan sonra da böyle gider.




ve bu sene tüm bu güzelliklere biricim kızım Alisa da eklendi. Allah annelik duygusunu da nasip etti bana.doğum günümde oturdum düşündüm yine, evet şanslı bir insanım. hayatın bazen kaygan bazen çamur zemininde kaydığım, battığım oluyor, olacak da. başıma gelen sakarlıklar, doğru zamanda doğru yerde olmayı başaramama konusundaki becerilerim, plan programlarımda mutlaka çorap söküğü gibi türeyen aksilikler... genelde beni bulur evet, hep derim çöle gitsem kutup ayısı çıkabilir karşıma diye.

ama şöyle bir durum düşünüp büyük resme baktığımda, uğraştıklarım,  sorunlarım küçük şeyler, insanların uğraştığı sorunların yanında o kadar küçücük ki.

dünyadaki 35. yılıma attığım adımda, kendi doğum günümü kutlamak istedim. iyi ki doğmuşuım, iyi ki bu hayatı yaşıyorum, hayat seni tüm cilvelerine rağmen seviyorum.




2 Ağustos 2016 Salı

benim doğum hikayem...

her kadının merakla nasıl yaşayacağını düşündüğü anlardan biridir sanırım doğum yapmak. ne yalan söyleyeyim daha pozitif bir hikayem olsun istemiştim, öyle olacağını ummuştum yani. gerçi sonunda bebeğini sağ salim kollarına aldığın ve kendi sağlığından da olmadığın her doğum hikayesi pozitif bir doğum hikayesidir aslında.
annem beni dünyaya getirmeden önce iki kez yaşamış doğum hikayesini ve ikisinden de eli boş dönmüş. 80li yılların başı, sezaryen doğum yaygın değil, sağlık sistemi muhtemelen yerlerde sürünüyordu. her iki abim de bu hayata gözlerini açtıkları ilk saatler içinde veda etmişler bu dünyaya. iri bebeklermiş annemin anlattığına göre, annem ise o zamanlar minyon yapıda bir kadın. kuvvetle muhtemel sağlıklı hamilelikler yaşayıp ikisini de doğum esnasındaki yanlış müdahaleler yüzünden kaybetti. ikinci doğumundan sonra kısmi felç de geçirmiş, hala o yıllardan izler taşır vücudu. şimdi olsa ne travmalara girer, kendimizi toparlayana kadar bir daha hamilelik lafı etmeyiz ama 79 yılında evlenen annem, 80 ve 81'deki talihsiz doğumların ardından 82 yılında beni dünyaya getirmiş. bende sezaryen yapmayı akıl etmişler nihayet, oldukça iri bir bebek olmama rağmen bu dünyada yiyecek ekmeğim varmış ki sapasağlam gelmişim dünyaya. çok sonraları kendi hamileliğim esnasında yaptığım araştırmalarda anladım bu işin diyabet ile ilintisi vardı.
ailede doğum ile ilgili talihsizlikler bundan ibaret değil ne yazık ki. anneannem 42 yaşında doğum yaparken, doğurmaya çalıştığı bebeği ile gitmiş bu dünyadan; annemi ve dayılarımı çocuk yaşta bırakarak. 
insan bu hikayeleri duyunca, Ayşe kesin kendi isteği ile gidip sezaryen olmuştur diyor değil mi? hayır değil. her zaman pozitif bilimlere, tıbba inandım. her zaman doğaya da inandım, eğer doğa bu şekilde doğumu uygun gördü ise kadınlara demek en sağlıklısı o diye düşündüm. 80lerde yaşamıyordum artık. tamam hastane dışında evimde doğum yapmak gibi bir niyet besleyemiyordum, olur da bir aksilik olursa hastanede olmak istemiştim. belki bu hikayeler olmasa geçmişimde onu bile düşünürdüm ya neyse.
doktorum tam bir normal doğum destekçisi idi. Ankara'da SSVD yaptırabilen birkaç doktordan biri. iki arkadaşım doğum yaptı onunla, normal doğum ile. zaten doktor hanımın sezaryen doğumları da oldukça sayılı. tüm hikayemi dinledi, o kadar rahattı ki, sen bu işi çok rahat yaparsın dedi bana. ufacık bir korkum yoktu içimde, sezaryeni seçenek olarak bile düşünmedim hiç. 
32. haftada raporumu almak için başka bir doktora gittiğimde ana bebeğimin iri olduğunu ve normal doğum riskini almamam gerektiğini söyledi. soluğu akşama kendi doktorumda aldım tabii. evet beek önden gidiyordu ama normal doğum yapmama hiçbir engel yoktu, önemli olan baş çevresi idi ve baş çevresi gayet uygundu normal doğum için (bebeğimin baş çevresi şu anda da %25 persentilde). tek sıkıntı ben şekerli beslendikçe bebeğimin karın çevresi büyüyordu. deniyorduk 2 hafta dikkat edeyim normaldi gelişim ama tatlı yersem büyüyordu işte, kahrolsun genetik faktörler. doktorum epigenetik faktörlerden bahsedip bebeğin ilerde şeker hastası olma riskini düşürmem için şekeri kesmemi salık verdi hep. ayrıca yürüyüşümü aksatmayacak, bebeği şekerle beslemeyecek ve bu doğumu tereyağından kıl çeker gibi yapacaktım. 37. haftada bebeğimin kilosu 3300 gramdı, biraz hızlı büyüyordu. doktorum ben kilo aldıkça ve bebeğin karın çevresi büyüdükçe azarlıyordu beni. kendimi yürüyüşe verdim, pilates topu en yakın arkadaşım oldu. BBYO'daki pozitif normal doğum hikayelerini hatmettim, her şey yolunda gidiyordu, üstelik bebeğim kafasını aşağı doğru çevirmişti de.
38. haftaya girdiğim gün hala oldum. buradaki başarısız normal doğum denemesi de yıldırmadı benş, beni uzak tutmaya çalıştılar ortamdan ama koca göbeğimle bekledim kardeşimin bebeğini:) kardeşimin eşi ve bebeği hastaneden çıkınca ertesi gün onlara gittim. öncesinde epeyce de dolaştım çocukluğumun geçtiği semtte. birden aniden (afedersiniz) büyük tuvaletim gelmiş gibi bir his geldi ama jet hızıyla gelişti. O an kardeşimin evi uzak kalınca anneme zor attım kendimi, kadını da korkutmuşum o halimle. neyse ki sorun yoktu, ne sancı ne bir şey. alacaklarımı alıp gidip yeğenimi sevdim bir güzel. dönüşte trafikte kaldım, taksicinin biri önüme aniden kırınca ödüm koptu, adama söylenince, "karnın burnunda araba kullanma o zaman" lafını yedim, bu memleket niye bir adım ileri gitmez, trafiğe bakmak lazım. evin oraya gelince arabayı yol kenarına park edip, Umut'un bahsettiği yufkacıyı aramaya koyuldum. 14 Mart günü hava buz gibiydi İstanbul'da, epeyce de üşüdüm, ama ertesi gün Umutla börek yapıp buzluğa atacaktık doğum sonrası için, yufka almam lazımdı. yufkaları alıp, sevgili kocamı da işten alıp eve geçtik. oh ne güzel ev tertemizdi, o gün Ayşe gelmişti çünkü; yeni aldığım mutfak halısını sermemiş, haftaya serelim doğumda temiz olsun diye not düşmüş :) öyle ya doğuma daha birkaç hafta vardı.
o gece 01:30 gibi bir ıslaklık ile uyandım. su gelmesi bu mu acaba dedim kendi kendime, daha önce yaşadığım bir şeye benzemiyordu çünkü. Emre'yi uyandırdım, galiba suyum geldi dedim, o da yok ya değildir dedi. ben de yok ya değildir deyip banyoya gittim, temizlendim, emniyet olarak da hijyenik ped koyup uyumaya devam etmek için girdim yatağa (rahatlığa bak), aynı anda doktoruma da azcık su geldi galiba diye yazdım, halbuki kendisi bana "su gelirse doğru hastaneye" demişti. yatmamla birlikte, artık sesini de duyduğum bir boşalma oldu. yine Emre'yi uyandırdım, dedim bu iş normal değil. banyoya koştum, evet olay artık benim kontrolümden çıkmıştı. doktoru aradım bu sefer, uykulu sesle "hmm suyun geldi, tamam. sancın yok mu? napalım biraz uzun sürecek. olsun artık 38. haftadasın, hem bak bebek fazla büyümeden geliyor, hastaneye git ve yatış yap; yalnız yarın akşamı bulur bu iş buna hazırlıklı ol" dedi. kimseye haber vermedik, gidip yatışımızı yaptık, normal doğum ile ilgili evrakları imzaladım ve uyumak için yattım. şu an hafızamı zorlayıp ne hissettiğimi hatırlamaya çalışıyorum da, heyecan ya da korku değildi sanki yaşadığım, belki biraz merak. yine de uyuyamadım gece maalesef. sabah olunca annemlere, yakın arkadaşlarıma (yani aslında kızkardeşlerime haber verdim). arkadaşlarımdan iki tanesi normal doğum ile yakın zamanda tanışmıştı. bir tanesi bırakın normal doğum yapmayı yanında bile konuşturmazdı, sezaryen ile dünyaya getirmişti oğlunu. bir tanesi ise evlilik doğum olayları ile alakasız, ama işte dost hatırı deyip gelmişti :)
sabah doktorum uğrayıp açıklığı kontrol etti, 3 cm idi, sancıları ve dolayısı ile sanırım akşamı bekleyeceğiz  deyip gitti. beklediğimiz sancılar bir türlü gelemedi. sancı vardı ama çok düzensiz. öğlen saatlerine doğru çok ciddi bir sancı geldi ve Alisa'nın kalp atışları 80'e düştü, cihaz öttü, biraz endişelendik ama doktorumun talimatı ile beni sola çevirdiler ve her şey yoluna girdi. öğleden sonra 14:00 gibi doktorumun talimatı ile suni sancı takacaklarını belirttiler. oldukça uzun süre beklemiştik, yapacak bir şey yoktu, peki dedim. o noktada sancı nedir gördüm tabii :) yine de bence dayanılmayacak bir şey değildi. sancı aralarında muhabbet ediyor, çay içiyordum. hatta bir tanesinde yengemin artık doğurmuşumdur diye hastaneye taşıdığı sıcacık düğün çorbasını da hüplettim. sancılar oldukça artıp düzene girince, ben ağzıma hurma atarken (tabii bir an var hiç kıpırdamamak gerekiyor) epiduralim takıldı ve ben epidurali icat eden kişinin dinden filan bağımsız olarak direk cennete gideceğine inandım. 
her şey tamamen yolunda idi. sancılar düzenli, ağrı yoktu. doktorum akşam 16:30 gibi açıklık müdahalesi yaptı ve 5 cm. biraz yavaş ilerliyordu. olsun dedi. yaptığı bir müdahele ve benim ıkınmalarımla açıklığın 9 cm olmasını sağladı, bebek de kanaldaydı :) sancıların dozu biraz yetersizdi, suni sancı miktarını arttırdı. şimdi uyumanı istiyorum biraz, birazdan doğumhaneye gideceğiz dedi, annem ve Emre hariç herkesi de yukarı kata yemek yemeye gönderdi. NST cihazına şöyle bir baktı, neyse nasıl olsa yatıyorsun bağlı kalsın dedi ve odadan çıkmaya hazırlanırken cihaz ötmeye başladı. sabahki deneyimim ile "sol tarafa döneyim mi?" dedim, ama doktorumun suratı fena asılmıştı, işte o zaman endişelendim. Alisa'nın kalp atışları 45 e kadar geriledi, serum taktılar vs ama bir fayda etmedi. işte o ana kadar hep sakinliği ile tanıdığım doktorum odanın kapısını hızla açtı ve ameliyathaneye iniyoruz diye bağırdı koridora. işte o an ağlamaya başladım, ne yazık ki hikayenin pozitif kısmı burada bitiyor. doktorum bir yandan yatağımı itiyor, bir yandan bana sezaryen ile ilgili kağıtları imzalatmaya çalışanları "bebeğin nabzı 45 diyorum başlarım kağıdınıza" diye azarlıyor, bir taraftan da bana "Ayşe sana söz veriyorum, her şey yolunda gidecek, eğer bebek izin verir ise ameliyathanede normal doğumu devam ettireceğiz ama orada olmamız daha güvenli" dedi. doktoruma inanıyordum ama ağlamama engel olamıyordum, özellikle beni odadan çıkarırken annemin ağlayışını ve elimi tutuşunu görmek bitirdi beni; böyle durumlarda hasta hariç herkes soğukkanlı olabilse keşke :( ameliyathane girişinde Emre'yi içeri almadılar, koştura koştura gelmiştik. bir an kocam doğumda yanımda olamayacak sandım. ağlamam bir an bile durmuyordu. beni önce çatallı bir masaya aldılar, bebeğin kalp atışları kontrol edildi, her şey yolunda idi. açıklık 10 cm'di. doktorum ıkın dedi ve doğumu başlatmaya çalıştı. ne kadar süre ıkındım bilmiyorum, bir taraftan da ağlıyordum hep, hala şu an bebeğim için mi endişelendim, niye benim işlerim yolunda gitmez diye mi ağladım, yoksa annemle belki de anneannem ile aynı kaderi paylaşmaktan mı korktum, hangisi ağır bastı bilmiyorum. bir süre sonra Alisa'nın kalp atışları yine düştü :( doktorum çaresizce epidural dozunu arttıralım, sezaryene geçiyoruz dedi, Ayşe'ye de sakinleştirici dediğini duydum. Emre gelmişti bir şekilde, "Ayşe buradayım" dedi. sonra ne kadar ağladım bilmiyorum, aslında Emre'yi doktorumu, "hasta aç mı" diye sorduklarında "yok ben epidural yaparken hurma yiyordu" diyen anestezisti görüyordum ama bir bütünlük teşkil etmiyordu olay bende. bebeğimin çıkış anını hatırlamıyorum ne yazık ki, Emre'nin kızımız geldi deyişi kulağımda. Doktorum kızımın sağlıklı olduğunu görünce kordonda kan akışı bitene kadar beklemiş, sildirip Alisa'yı kucağıma vermişti. hemen sütüm de gelmişti ama bizim hanım bana zeytin zeytin baktı sadece, sütü içmedi, yorgun ve "ben de seni merak ediyordum" der gibiydi sanki. şükürler olsun ki sağ salim kucağımda idi.
normal doğum esnasında böyle bir şey yaşamanın etkisini birkaç ay atlatamadım. etraftan gelen "aman sen de direk sezaryen randevusu alsaydın", "aman canım doktorun kesivermiştir, doktorlar sezaryene meraklı", "aman her doktor başta normal deyip döndürüyor" yorumlarını yapanları kalaşnikof ile taramak istedim hep. doktorumun 3000e yakın doğumunda normalden sezaryene çevirmek zorunda kaldığı 3. vakaymışım, bana da bu yakışır idi. 
tüm bu olumsuzluklara rağmen, ertesi gün doktorum geldi ve normal doğum sürecini büyük ölçüde yaşadığımı, hatta ufaklığı kanaldan çıkarmanın biraz zor olduğunu söyledi. Alisa bu doğamama macerası sırasında florayı yutmuştu ve bu avantajdan yararlanmıştı. benim ise kasılmaları yaşadığımdan sütüm hemen geldi. yani 2. çocuk şu an pek planlarda yok ama bugün olsun yine normal doğum diye ilerlerim, buna eminim, ve yine aynı doktorla tabii ki, içerde ne yaptığını o biliyor :)
sezaryen yarasının fazla zorladığını söyleyemem ama ne de olsa ameliyatlısın işte, bu ameliyat acıları olmadan Alisa'yı kucaklamak isterdim elbette. yine de hastane çıkışı hiç yatmadım,  3. günde neredeyse tamamen normale döndüm diyebilirim.
hayatımıza hoş geldin kızım...

 hastane yatış anları, henüz önlük bile giymemiştim ama her tarafım ıslanınca mecbur kaldım :)

 NST pozumuz :)


annem...

sancı arası çay molası

sancılar... (tam sancı anında da çekmişler bişiler ama çok hoş değil :))


ve artık çekirdek ailemiz...

Alisa Özgüven
49 cm, 3480 gram
15.03.2016





18 Ocak 2016 Pazartesi

Budapeşte'de iki gün...


Yeni yıla Viyana'da girme hayalimiz vardı ama eh hava şartları müsade etmedi. 31 Aralık 2015'de THY'nin nerededeyse tüm seferleri iptal edilince, Viyana'ya ancak 1 Ocak akşamı ulaşabildik ve 2 Ocak akşamı Budapeşte yoluna koyulmak durumunda kaldık.
Tek günlük Viyana maceramızı başka bir yazıma saklayarak Budapeşte'den aklımda kalanları yazmak istedim.
Budapeşte için doğru zaman kesinlikle Ocak ayı değil, bunu belirterek başlamalıyım. iki adet 7 aylık hamile ile Ocak ayında gidilecek bir yer olmadığı daha da kesin. gerçekten Budapeşte soğuğu diye bir şey var. Ama işte benim yılbaşına Viyana'da en yakın arkadaşımla girme hayalim, meteorolojinin son bir haftaya kadar pek de soğuk bir hava göstermemesi ve de yine benim yok 4 gün tatil var bir şehir daha görürüz sevdam bizi Budapeşte'ye götürdü bu senenin başında.
Budapeşte yolculuğu için Viyana'dan tren tercih ettik. tren garına gidildiğinde çok rahat sefer bulabiliyor, her saat başı tren vardı. kişi başı 40 euro gibi bir ücret ödeyerek, oldukça rahat bir yolculuk ile Budapeşte tren garına ulaştık 2 Ocak Cumartesi akşamı.
Macarlar henüz Euro'ya geçmemişler, ancak birçok mekan kabul ediyor. risk almamak için yanımızda forint (HUF) bulunsun istedik, ve yine benim araştırmaya fırsat bulamadığım bir konu olduğundan kardeşimin döviz büroları kapalı olabilir uyarısı ile tren garında neredeyse harcayacağımız tüm parayı HUFa çevirdik. çok büyük hata ! en az %20 daha düşükten bozmuş olduk paramızı ve şehre vardığımızda gece, hafta sonu tüm dövizcilerin açık olduğunu gördük ( tren garında kurun 247, şehir merkezinde 316 olduğunu belirteyim, hiç parasız gitmemek için az miktarda tren istasyonunda bozulabilirmiş ki buna bile gerek yok, zira taksiler euro kabul ediyor. taksi demişken, bizi daha öncesinde uyarmalarına rağmen, tren istasyonu-otel mesafesi çok kısa, ne kadar kazıklanabiliriz ki diye taksiye bindik ve tam 5000 HUF tuttu. otele daha sonra sorduğumuzda bu mesafenin 2000 HUF olduğunu söylediler. yani taksi kullanacaksanız otelinize mail atıp yaklaşık fiyat bilgisi almanız mantıklı olur. Macaristan pek Viyana gibi değil, aynı Türkiye'deki gibi turistleri dolandırmaya yönleniyorlar.
neyse biz hem döviz kurundan hem taksiden kazık yiyerek otele yerleştik. akşam saatleri idi ve araştırmalarım sonucu bulduğum Bors Gasztrobar isimli çorbacıya yöneldik, ancak şanssızlık bizi bırakmamıştı, mekana gittiğimizde kapı duvardı ve 5 Ocak'a kadar yeni yıl tatili yaptıkları yazılı idi kapıda. çorbacının olduğu bölge de çok sağlam pabuç olmadığından biraz gerildik, otelimizin olduğu bölgeye döndük ve rastegele bir yerlere girmeye çalıştık. o da ne, her yer tıklım tıklım ve hiç misafirperver değiller, yer yok deyip çekip gidiyordu her yerde garsonlar yanımızdan. sonra Suelto Cafe & Grill isimli bir bistroya oturduk (ki ordaki son yerdi, kapı girişinde ve soğuktu). burdaki personel saygılı ve güleryüzlü idi. ben hemen yenilecekler listeme bakıp menüde gördüğüm "paprika çorbası" nı sipariş ettim. Emre de kendisine bir burger söyledi. ama yurtdışında yemek konusunda zorlanan kardeşim ve eşi, makarnayı soslamayın, sadece yağlayın deyince onlara iğrenç bir yağ eklenmiş bir makarna geldi, kokusu bana bile geldi, yiyemediler. yani mekan burger yemek için vs iyi ama yemek olayına girmemek lazımmış :) bizimkiler aç kalmasın diye sonra poğaça filan bulduk neyse ki.
Pazar sabahı erkenden mesaiye başladık, gezecek yer çoktu, havanın Pazartesi karlı olduğu öngürülüyordu ve biz gezebildiğimiz kadar yeri bugün gezmeli idik.
yaklaşık -7 derecede başladık gezmeye. Bu arada hamile olunca mont, termal içlik de mesela. neyse ki mangodan ince de olsa kaz tüyü bir mont almıştım üzerime olan. onun üstüne de panço ya da altına yün kazak filan yaptım, idare etti beni. ama hava çooook soğuktu.

Buda gezisine Beyaz köprü ( Erzsebet hid) dibindeki, Peste tarafındaki otelimizden çıkıp köprüden yürüyerek Gellert Hill'e tırmanmak sureti ile başladık. Böyle yazınca basit gibi görünüyor ama bunu 30 haftalık iki adet hamile, termal içlikler, kabanlar ve yüzümüze yüzümüze çarpan bir soğuk rüzgar eşliğinde yaptık. yaklaşık 25 dakika sonra zirvedeydik. yorulduk ama manzara görmeye değerdi.


Gellert Hill

Bu da seyahatimiz bu tepeden inerek Buda kalesi ziyareti ile devam etti. Bu arada Budapeşte'de toplu taşımayı neredeyse hiç kullanmadıki hele Buda tarafında hiç gerek duymadık. Buda kalesine sahilden bir merdiven ve sonra yürüyen merdivenle çıkarak ulaştık. Aynı bölgedeki Varhegy Hill'den de manzara seyretmeyi ihmal etmedik tabi. Bu kısım oldukça turistik, ancak yine de magnet filan almayı planlıyorsanız buradan almanızı tavsiye derim, Peste tarafında fiyatlar artıyor çünkü.


Varhegy'den şehir manzarası
Dobos torta

Kuzey yönünde ilerleyerek, gerçekten mimarisi ile bizi kendisine hayran bırakan Matthias Church'e ulaştık. Feci kuyruk ve soğuk hava nedeni ile içine giremedik. Hemen yanında ise Fisherman's Bastion da harika manzarası ile bizi karşıladı. Buralarda tüm fotoları kardeşim çekti, zira çok çok üşümüştüm. Ama ısınmak için girdiğimiz bu bölgedeki bir kafede, yenecekler listemdeki dobos torta'yı aradan çıkarıverdim, bakın onun resmi var :) tatlı bizim annelerin günlerde yaptığı bisküvili pastaya benziyor.
Buradan bir gayret Buda tarafında kuzeye ilerleyerek, benim rehberlerde gördüğüm Gül Baba Türbesini ziyaret ettik. Amacımız sadece Osmanlı'dan kalan bir eser görmekti, iyi de yapmışız ama türbe 2017'ye kadar kapalı imiş restarasyon sebebi ile.
Bu bölgede bir yerde yine ısınmak için bir ara vermiştik ve sanırım Budapeşte'de en çok bu mekanda ısındım. Bazı yerlerde domuz eti ile hazırlanan Gulaş Çorbasını dana eti ile yapıyorlardı, mekanın kapısı yukarıdan ve masalar dip köşelerde idi, böylece gerçekten ısınma fırsatı bulduğumuz fiyat/performans oranı başarılı bu restaurant/barı Buda tarafında bir şeyler içmek/yemek isteyenlere tavsiye edebiliyorum: Bem Sörözö

Buda tarafını akşam üstü görülecek temel yerleri görerek bitirmiş olduk böylece. Hava şartları ve karnı burnunda iki hamile içeren bir grup için başarılı bir performans sergiliyorduk doğrusu. Burdan yine, kuzeydeki köprüden  geçerek Peşte tarafına döndük ve Parlamento binasına gittik.

Parlamento binasında da feci bir sıra vardı doğrusu ve saat olarak da akşamı ettğimizden binayı şöyle bir gezip otelimize döndük. Malum dört kişi görünümlü altı kişi olduğumuzdan çok yorulmuştuk.

Akşam yemeği için bu defa önden rezervasyon yapmıştık. Gönül rahatlığı ile Menza restaurantı tavsiye edebilirim. önerdikleri şarap, gulaş çorbaları, kaz ciğerinin soğuk aperatif olarak servis edileni ve sıcak yemek olanı, menza salataları (sezar salataya benzeyen bir salata), her şey gayet güzeldi. bu arada ciğer ile aranız yoksa kişi başı bir tane söylemek yerine ortaya söylemek daha mantıklı bu kaz ürünlerini :)


Opera Binası
St Stephen Basilica

İkinci Budapeşte gününü ise Peşte tarafına ve yenilmesi gereken diğer tatlılara ayırdık. Sabah erkenden St. Stephen (Szent Istvan) Bazilikasını ziyaret ettik ve oradan  metroya atlayarak Heroes' Square (Hösk tere)'ye gittik. elbette yürünebilirdi ama hava şartlarını (-12 C filan olmuştu artık) göze alarak metroyu seçtik. Bu meydan görsel olarak güzel, parkı, köprüleri ve de şehrin açık buz pateni pistini barındırması ile çok beğendim. Meydandan geriye Andrassy caddesini takip ederek yürüdük. Bu cadde Heroes meydanını daha merkezi olan Erzsebet meydanına bağlıyor ve bizim Nişantaşı ayarında dükkanlar, güzel restaurantlar var (bir gece önce gittiğimiz Menza restaurant da burdaydı). Cadde üzerinde tüm görkemi ile Opera binasını da görebilirsiniz. Christmas sonrasına denk gelmemiz sebebi ile bu cadde özellikle bir gece önce yemek için yürür iken ışıl ışıl süperdi. Caddeden yürüyüşümüzde şehrin en lüks ve ünlü kafelerinden biri olan New York Cafe'ye uğradık ve süper tatlılar yedik :) benim için bir yerde gezmek kadar yemek de önemli ne yapayım. Burda tercihimiz apple pie ve New York chocalate pie oldu. Chocolate pie porsiyonu çok küçük, bölüşmeyi planlıyorsanız ona göre ısmarlayın, tadı damakta kalıyor.

Chain Bridge
New York Cafe'de iken kar sağlam bastırdı. Hava sıcaklığı don seviyesinde olduğu için yerler de buz tuttu tabi. Bu noktada deliliği bıraktım işte, hem soğuk algınlığı, hem yorgunluk hem de düşme tehlikesini göze alamadım ve dedim ki Sinagog'u da görüyoruz ve bitiyor. 
Dohany Street Synagogue görüldü, sonra içimizde kalmasın diye Chain Bridge'den şöyle bir yüründü (bir gün önce diğer köprüleri kullandığımızdan). Yol üstünde yerel Tokaji şaraplarından tatmak için Cultivini'ye uğradık. Hamileler için mantıklı oldu, birkaç yudum tadımlık şarap sipariş edilip tadına bakabildik :) Ne yazık ki yanımıza asma kilit almamışız, kilit asamadık. Ve kendimizi otelimize çok yakın ünlü Cafe Gerbaud'a attık. Sanırsam burda 2 saat filan durmuşuzdur. Ne kadar tatlı varsa hepsini de yedik :) burada Budapeşte'nin klasik tatlılarından olan palacinka (rulo şeklinde olan)  ve strudel (turta) yiyebileceğiniz gibi, bu kafeye has somloi galuska (ortada duran çikolata soslu tatlı) 'yı da tavsiye ederim.
Gerbaud Cafe'de Tatlı Şöleni
İşte gezimizi böyle tatlı tatlı bitirip havalimanına yöneldik ve gelişimiz gibi sorunlu olmayan bir yolculuk ile memlekete döndük. Budapeşte'yi sevdim, sanki hava şartları müsait olsa çok daha güzel gezilirdi ama karlar altında olmasının da başka bir albenisi vardı tabii. Yemek olayını çözmüş olmaları ve müthiş tatlıları da damağımda güzel anılar bıraktı :)