31 Aralık 2015 Perşembe

Işığınla gel 2016 :)




2015 zor geçti, özellikle memleketim için çok zor geçti. dökülen kanlar, kirli oyunlar, insan hayatını hiçe sayan hesaplar...

keşke 2016 hepsinin üzerine bir sünger çekebilse, keşke. ama polyannacılık oynamaya gerek yok, değişen sadece takvimler.

biz yine de umut ekelim ki, umut doğsun yarınlara, bizden sonraya, değil mi?

benim için nasıl geçti peki? sanırım karnımda şu anda tekvandoya başlayan minik olmasa, cevabım "sıradan" olurdu. ama değil tabii ki de:)

Başka bir ülkede (Belgrad, Sırbistan) başladığım 2015'i, başka bir ülkede (Viyana, Avusturya)  bitirmek için yola çıkacağım birazdan. ee o kadar "bugünlerinin kıymetini bil" (buna da genelde gıcık oluyorum ya, neyse) lafı duydum ki, dedim bileyim bari, çocuksuz son yurtdışı tatilimi yapayım. tabii ki uçağımız iptal olmaz ise, hava son anda nanik yaptı bize.

bu sebeple 2016'dan ilk dileğim bu seyahatin güzel geçmesi ve hasta olmadan dönmektir. kardeşim ve eşi de bizimle geliyor ve o kızcağız da hamile çünkü.

2016'dan en büyük dileğim ise kızıma sağlıkla huzurla kavuşmak ve onun tüm büyükleri ile, sevdiklerim ile büyümesi. Elbette yeğenimin de sağlıkla doğması ve ailemize katılması.

doğumları seviyoruz, zamansız ölümler uzak olsun bu sene...

Diğer ve aslında son dileğim de ülkemin huzuru, adil bir ülkede yaşamaktır.

Sanki sağlık ve huzur olur ise her şey olur çünkü. e tabi azcık maddi olarak zorlanmasak da fena olmazi malum çoluk çocuğa karışıyoruz ;)

2015 seni sevdim mi bilemedim, bildiğim şey bizim leylek yine havada imiş:

Ocak 2015 - Belgrad


Mart 2015 - Dubai

Haziran 2015 - Antwerp, Belçika



Haziran 2015 - Baltalimanı, İstanbul


Temmuz 2015- Kaş  (Son içkilerim oldu ;))


Eylül 2015 - Gloria, Belek (Balayı otelimizde yıldönümü)


Ekim 2015 - İzmir

Kasım 2015 - Milano


Aralık 2015 - Bizim ev ;)



Herkes için, her şeyi ile güzel bir yıl olsun, geçirilen en kötü yıl 2015 olmuş olsun...

23 Aralık 2015 Çarşamba

Balkabağından yapılabilecekler :)

Eskiden annem koca bir balkabağını alıp üşenmeden dilimleyip temizlerdi.

Bizde balkabağı demek sadece kabak tatlısı demekti çünkü babam aşırı sever bu tatlıyı, 2 kilo koysanız önüne yer. e ben de severim, hele şöyle üzerini tahinleyince ve ceviz serpince tadından yenmez:)

Hamilelikle birlikte besin değeri yüksek gıdalara eğilim artıyor tabi. Bu hafta sonu ne yemek yapsam diye düşünürken markette gördüğüm soyulmuş, dilimlenmiş balkabağı kitlesini atıverdim sepete. balkabağı demek  A ve C vitamini demek, kalsiyum, potasyum demek ve protein de içeren komleks karbonhidrat demek tabi (gıda mühendisliğine giriş 1 dersimi hatırladım bir an). gerçi soyulmuş dilimlenmiş vakumlanmış halinde vitamin değerlerinin kaybolabileceğini hesaba katmak lazım, ama neyse ki kalsiyum ve potasyuma bir şeycikler olmaz.

Neyse efendim kabağı aldım geldim eve. kabak bana bakıyor, ben kabağa bakıyorum, bir süre düşündüm ne yapayım ben bunu diye. aklıma yurtdışında bayıla bayıla tükettiğim balkabağı çorbası geldi. tabii annemin evinde pişen bir şey olmadığından tarifi ile ilgili bir fikrim yok, internette birkaç tarif araştırdım, genelde kremalı olan tarifleri nasıl basitleştiririm diye az kafa yordum ve doğaçlama aşağıdaki yöntemle pişiriverdim :

Balkabağı çorbası:

Malzemeler :
1/3 kg soyulmuş dilimlenmiş balkabağı
2 küçük boy patates
1 büyük boy soğan (bu tür çorbalara bunu koymaz iseniz kıvam olmuyor, soğan bir zorunluluk yani)
1 küçük havuç
1çay bardağı süt (kremalı yapmayacağım için, tadına benzer bir şey bulayım dedim)
2 yemek kaşığı zeytinyağı (koymasam da olurmuş)
tuz, kimyon, karabiber (damak zevkine göre tabii. yalnız kimyon çok yakıştı, ve de kabağın şekerli tadını baskılamak için çok iyi oldu)
2 su bardağı su (sonradan seyreltmek için sıcak su eklenebilir ama haşlama esnasında suyu az tutmakta fayda var)

şimdi benden önce şunu kavur, sonra pişir, pişmiş haline süt ile sos hazırlayıp krema gibi ekle gibi bir şey beklenebilir. yok yapmadım efendim, üşendim.

ben tüm malzemeleri düdüklü tencereye koydum. düdüklü tencerenin düdüğü işlem başladı dediği andan itibaren 10 dk kadar pişirdim ve havasını kendi kendi kendine boşaltmasına izin verdim. yani ocağa koyduğum andan itibaren 20 dakika sonra kapağı açtım ve blenderdan geçirdim. benimkisi biraz koyu olmuştu, az sıcak su ile inceltiverdim.

kesinlikle tavsiye ederim çok güzel oldu. resim çekme konusunda çok pratik değilim, ama internette bulduğum şu görüntüyü elde ettim:



Çorba güzel oldu olmasına da benim her şeye mesafeli olan kocam pek yiyemedi, zaten kabakla arası çok iyi değil. ben çorbayı akşamları güzel güzel içtim, işe de getirdim, burda tattırdığım arkadaşım da beğendi.

Kabak tatlısı:

Peki geri kalan balkabağı ile ne yapacaktım? iki dilimini aldım, birer çay bardağı su ile minik tencerelere aldım. tencerenin birine 5-6 kaşık toz şeker ekledim (İnsanın eşi tatlı sevince ve kendisi rafine şekerden ucak kalmaya çalışınca böyle oluyor). bu şekilde kabakları 15-20 dk kaynattım, sonra minik bir fırın kabına alıp fırına sürdüm ve 15 dk kadar 180 C'de pişirdim. Bu arada şeker eklediğim tenceredeki şerbeti atmıyoruz, lazım olacak. Fırından çıkan şekersiz balkabağına 1 yemek yaşığı bal, şekerliye ise içinde kaynadığı şerbetini ekledim ve biraz soğumaya aldım. en son üzerinde tahin ve ceviz ilavesi ile mükemmel oldu vallahi:)

 Mostra immagine a dimensione intera





Bu arada eğer zeytinyağlılara az şeker ilave eden birisi iseniz, zeytinyağlılarınıza balkabağı ilavesini düşünebilirsiniz, ben düşündüm oldu. zaten evde havuç kalmamıştı, ben de pişirdiğim zeytinyağlı kinoalı pırasaya renk ve tat olsun diye balkabağını ilave ettim.

Zeytinyağlı balkabaklı kinoalı pırasa:

Malzemeler:

3 dal pırasa
1 büyük soğan
1 dilim balkabağı
1 avuç kinoa
3 yemek kaşığı sızma zeytinyağı
Tuz, karabiber, kimyon (kimyonu her şeye koymazsam rahat etmiyorum)
1 su bardağı sıcak su

Ben zeytinyağlıları genelde soğanı ayrıca kavurmadan pişiriyorum, hatta zeytinyağının bir kısmını da en sona saklarım.

Soğanlar piyazlık şekilde ay ay doğranır. pırasaların yaprakları ayrılır ve sap kısımları istenilen şekilde dilimlenir. balkabağı ufak ufak dilimlenir. bu  malzemeler tencereye alınır. kinoa 1 su bardağı ıcak suda 10 dk kadar bekletiilir ve su ile beraber tencereye ilave edilir. tuz, kimyon ve karabiber eklenir ve son olarak 1 yemek kaşığı zeytinyağı ile kısık ateşte 20-25 dk pişirilir. ocaktan alınan yemeğin biraz ılıması beklenir ve üzerine 2 yemek kaşığı sızma zeytinyağı gezdirilir.

Bunun resmini çekmişim (sol üst), hatta sağ üstte de tencere içinde balkabağı çorbasını görebilirsiniz.



Resimde gördüğünüz diğer iki yemek de zeytinyağlılarımdan örnekler ama balkabağı ile ilgileri yok.

Peki şimdi balkabağı ile işimiz bitti mi? evde hala biraz var açıkcası ve de benim evimde bu cumartesi erken yılbaşı partisi yapıyoruz. geri kalan kabakları da orada cezerye olarak değerlendireceğim.

Bunun için de araştırmalarım sonucu aklımdan geçen tarif şu :

Balkabaklı cezerye:

malzemeler:
1/3 kg bal kabağı
1 paket eti burçak bisküvi (bu tatlıyı havuçla yapanlar bilir ki genelde petibör kullanılır, ancak burçak bisküvinin daha besleyici ve lezzetli olduğunu düşündüm)
3-4 kaşık toz şeker (yine havuçla yapanlar bilir ki şeker miktarı daha yüksek olur, ancak kabağın tatlılığı ve burçak düşünülürse bu miktar yeterli olur)
dövülmüş ceviz
hindistan cevizi

balkabağı 1 su bardağı su ve şeker ile yumuşayıncaya kadar kaynatılır ve soğumaya bırakılır. sonra balkabağı çatalla ezilir ve içerisinde ufalanmış burçak bisküvi ve dövülmüş ceviz ilave edilir. karışımdan minik toplar yapılarak hindistan cevizine bulanır ve kürdan ile servis edilir. sanırım görüntüsü de aşağıdaki gibi bir şey olacaktır:

Bal Kabaklı Cezerye


Bir sebzeden bu kadar farklı tatlar çıkması gerçekten çok ilginç. hazır mevsimi iken bol bol değerlendirmek lazım zira buzlukta sulanan bir sebze olduğu için mevsim dışı kullanımı zor.

2015'in kalan sayılı günler, balkabağı tadında geçsin :)


21 Aralık 2015 Pazartesi

aşerme sanki yalan da acıkma diye bir gerçek var :)

birçok hamilenin kafasının karışık olduğu bir konu : Nasıl beslenmeliyim? bu konuda hamileler ikiye bölünmüş gibi. 1. grup "ben mutlu hamile olacağım, tadını çıkaracağım" derken, diğer grup da tam tersi sağlıklı beslenme peşinde.
yemeğe olan düşkünlüğüm ve rahatlığım sebebi ile ilk gruba dahil olurum sanmıştım, ama yanılmışım. açlık şekerimin yüksek seyretmesi, doktorumun epigenetik (anne karnında bebeğin koşullarının, annedeki genetik hastalıklarının aktarılması şeklinde yazılabilir belki)  hakkında makaleleri okumam ve bu işte tek sorumluluk beslenecek kişinin kendim olmadığı gerçeği beni bundan men etti.

zaten ilk haftalar bulantılardan bulantı beğendim. yiyebildiğim şeyler patates, ekmek filan olunca 3 ayda almıştım bir 5 kiloyu. sonra da evde tadilat, dışarıdan yemek derken, kilo miktarı 20.haftada 8 olmuştu. elbette mide bulantılarının bitmesinin verdiği açlıkla ne bulduysam yemiş olabilirim.

sonra bana bir bilinç geldi. karnımdakini düşünüp sorumsuz davranamazdım. rafine şekeri oldukça azalttım, haftada 1-2 den fazla almadım. evde oturdum pekmez, kuru meyve ve yulaf ile kurabiye yaptım, ara öğünlerde sütle onlardan yedim. her gün yumurtamı, günde 4 porsiyon süt ürünü, 3 meyve (bunu 4-5 yaptım ama doktor çok kızdı), kırmızı et, baklagil, ceviz yemeye dikkat ettim. porsiyon miktarlarını doktorumun söylediği kadar küçük tutamasam da elimden geleni yaptım. havaların bozması ile yürüyüş de yapamadığımdan midemi zıplatacak ve beni uyutmayacak gıdalardan uzak durmaya çalıştım. şeker yükleme testini korku ile yaptırıp, negatif sonucu alınca bu sağlıklı beslenme planım aksadı tabi. yani bu ayı geçen ayki kadar sağlıklı kapatamayacağım sanırım. aldığım kilo miktarına hiç girmiyorum, sadece doktordan doktora tartılıyorum çünkü.

beslenmede en tehlikeli şey ise "acıkmak". sürekli acıkıyorum, çok yersem reflü oluyor, az yersem daha da sık acıkıyorum. sanki 1 saat önce yemek yiyen ben değilmişim gibi oluyor, ara öğünler de kesmiyor beni artık, açlık git gide artıyor sanki. şu ana kadar hiç aşermedim, ama açlık hissim varsa önüme o an gelen şeyi yeme eğilimim var (aile sofralarında helvalar, profiterol götürmemin sebebi budur). baktım ki olacak gibi değil, her acıkınca ceviz, peynir filan yiyorum ki şekere saldırıp çocuğun ilerde diyabet hastası olma ihtimalini arttırmayayım (bu arada tüm aile diyabet bizde, bende de eli kulağında olabilir).

idealde uymaya çalıştığım ideal beslenme planı şöyle (hayaller paris gerçekler muş tabi, ama elimden geldiğince diyelim):

Uyanınca:
1 sofra kaşığı pekmez veya kuru meyvelerden şekersiz hazırladığım 1 kaşık marmelat ( kabızlık sorunu varsa marmelat, yoksa pekmez yapıyorum). bir taraftan da işe götüreceğim yumurta kaynıyor ocakta.

Kahvaltı:
yumurta
peynir ( doktor kibrit kutusu deyince şok geçirdim, ben 2-3 katı yiyorum sanırım)
1 dilim tam tahıllı ekmek (haftada 1-2 simit oluyor)
tahin-pekmez (haftada 2-3, 1 tatlı kaşığı)
domates, salatalık, maydanoz, roka vs
3-4 zeytin

Ara:
2-3 kuru kayısı ve 3-4 ceviz ( meyveleri, yani karbonhidratları mümkğn mertebe yağlı tohumlar ve süt ürünleri ile tüketiyorum, yine şekeri dengede tutmak için) doymaz isem bir tane donane activia

Öğlen:(akşam ile değişebilir)
3-4 köfte kadar et (ya da balık)
yarım porsiyon baklagil yemeği (genelde ben piyaz yapıyorum)
1-2 kaşık bulgur pilavı (bazen diğer öğünde sebze yemeğinin içine bulgur koyuyorum)
bol yeşil salata (limonlu ki etteki demirden C vitamini desteği ile yararlanabileyim)

Ara:
1 tam tahıllık ekmek ve peynir
veya bir meyve ve bir bardak süt / yoğurt
bu öğünde genelde 5-10 fındık/badem de ekstradan yiyorum


Akşam: (öğlen ile değişebilir)
zeytinyağlı sebze yemeği
yeşil salata, bol limonlu
1-2 kaşık bulgur pilavı (veya 1 tam tahıllı ekmek)

Gece yatmadan 2 saat önce : çok şekerli olmayan bir meyve (mevsimden dolayı nar, kivi, ananas filan olabiliyor) ve 1 bardak ılık tarçınlı süt

Bu menüye standart bir günde uymak kolay. çünkü öğle yemeğimi evden götürüyorum, zeytinyağlılarımda pirinç yerine bulgur, kinoa oluyor, ve yağ miktarı/türü benim elimde. ama dışarıdan yediğimde az da yesem midem ağrıyor, reflü azıyor (yağdan dolayı). bir de karbonhidrat kaçamağım çok oluyor dışarıda, kalabalık arkadaş ortamında veya hafta sonu kahvaltılarında.

bunun dışında hafta içi atıştırmalarım için bazen yulaf, kuru meyve, bal ve pekmez ile hazırladığım kurabiye eşlik ediyor bana. eğer kahve içeceksem sıcak sütün içine birkaç damla filtre kahveyi tercih ediyorum. haftada 2-3 türk kahvesi keyfim var ama. zaten istesem de reflü çayı kahveyi eskisi kadar tüketmeme izin vermiyor.

bu dönemde yemeklerime de yeni bir soluk geldi. ne bileyim balkabağı filan pişirdim, kinoadan kısır tarzı şeyler ürettim, mücveri tam buğday unu ile fırınsa pişirdim filan. ama yine de rafine şekerim tadını bilen bünye arada arıyor, mesela hafta sonu starbucksta koca bir havuçlu keki götürdüğüm doğrudur :) ya da kayınvalidemin yaptığı sıcacık böreğe gömüldüğüm de. işte böyle durumlarda ne yediğimi bilmeye çalışıyoum, bu bir karbonhidrat diyorum, ani şeker yükselmesini engellemek için yanında ayran, süt vs içiyorum ve mesela akşam yemeğindeki pilav/ekmek den yemiyorum artık.

sanırım başından beri bu düzenle gitseydim hem şekerim çok düzenli gidecekti, hem kızımı daha sağlıklı besleyecektim, hem de ben gereksiz kilo almış olmayacaktım. ama oldu bir kere, geriye bakmaya gerek yok.

öyle ki bu beslenme düzeni ile 20-24 hafta arası ben hiç kilo almadan Alisa'nın iki katı ağırlığa erişmesini başardım. bu ay o kadar iradeli gitmiyorum ama yine de kontrol hala bende.

benim hamilelikte beslenmeye bakışım kesinlikle "hamileyim ne istersem yiyeyim" değil. o bebekten ben sorumluyum ve elden geldiğince bir sürü katkı maddesi içeren basit abur cuburlardan (bisküvi, kek vs) ve de bebeğe o halde hiçbir faydası olmayan basit şekerden kaçınmam gerektiğini düşünüyorum. hem kızımın ilerde metabolik hastalıklara meyilli doğmaması hem de kendimin bundan sonra hayatına sağlıklı ve fit bir anne olarak devam edebilmesi için.

7 Aralık 2015 Pazartesi

hayat değişiyor mu? evet sanırım değişiyor :)

hamileliğin balayı dedikleri haftaları hızla tüketmekle meşgulüm bu aralar. mide bulantısı yok, rahatsızlık seviyesinde reflü yok, enerjim yerinde, eh pek hasta da olmuyorum gibi (son kan sayımında lenfositler düşük çıktı gerçi, herhangi bir virüs, bakteri çok kolay hasta edebilir beni ama üzerinden durmuyorum:)) tamam biraz da bel ağrıları başladı ama genelde ısrarla ayakta durduğum zaman oluyor.
evde çok istediğim tadilatı yaptırdım. yepyeni bir mutfağım, banyom ve misafir tuvaletim oldu. bir taraftan da yatılı bakıcıya hazırlık çalışmaları diyelim. he ev mi? yok benim hala evim yok. ben kirada oturduğu evi de benimseyip, "otururum ben burda yaa" diye masraf yapabilen, büyüklerimizin "cık cık cık, kiralık eve masraf mı yapılır, hatta kira mı ödenir, kira ödeyeceğine kredi öde" diye bilip bilmeden attığı akılsız genç kuşaktanım ;)
Alisa ile 24 haftayı devirdik. kendisi ile sadece Kasım ayında iki yurtdışına seyahat ettik. yani iş güç tam gaz devam. he ağustos ayında o kız kıza tatil diye kendisini Sakız'a götürmüşlüğüm de var tabi. Gerçi artık annesinin gezgeçliğinden sıkılmış olacak ki, biraz fazla yürüyünce şikayetlenmeye başladı karnımın içinde, ille biraz otur diyor yani :)
Detaylı ultrason işini de hayırlısı ile atlattım. valla kimse perinatologlara verilen paradan şikayet etmesin. tıp bilimine saygım arttı yeniden, bebeğin kalbinin odacıklarında gezinen temiz kan kirli kana kadar görebildik. Çok şükür gözlemlenebilen bir sıkıntı yok. Doktorumun yönlendirmesi ile Şişli Mariott binasındaki Recep Has'ın muayanesine gittim. Oldukça ciddi bir adam, yani ultrasonda bebeği görür görmez "ayyy çok tatlı, canımm, ay şimdi uyuyor mu, ay babasına mı benziyor" diye başlayanlardansanız, adam size pek ciddi gelebilir (burda iğneleme yoktur, sonuçta evlat bu, ilk tepki bu olabilir, herkes benim gibi olacak diye bir şey yok, ben nedense ekranda yazanlara, ölçülere vs takılıyorum ve her şeyin yolunda olduğunu anlayınca sevgi faslına geçebiliyorum). Muayanesi beni ciddi tatmin etti. o muayanesini yaparken ve asistanına notlarını aldırırken susup en son "sormak istediğiniz bir şey var mı" dendiği an sorularınızı sıralarsanız hepsini dikkatle cevaplıyor.
Tüm bunları atlattık ama benim için asıl "challenge" 4 Aralık günü Ebru Saraç randevusu idi. yani kadın doğum doktorum :) ilk 20 haftada 7 ayda almam gereken miktarda kilo aldığım için çok kızmıştı. napıyım ilk aylar bulantıdan dolayı somon somon ekmek (aç kalmam yani kalamam), sonra da tadilat yüzünden hep dışardan söylenince böyle oldu. tamam mide bulantılarının geçmesi ile birlikte kendimi çikolata bisküviye de vermiş olabilirdim ama geçici bir durumdu. 20. hafta kontrolünde diyabet yatkınlığım, aile hikayem ve Ebru hanımın "kızının diyabet, obez olma ihtimalini arttırırsın, bu konuda makaleler var epigenetik üzerine, aç oku" uyarısı ile kendime geldim. ne de olsa işi gereği sürekli tıbbi literatür okuyan biriyim, doktor beni doğru yerden yakaladı. işte o muayaneden kulağıma küpe bu hikayeler, günde tüketmem gereken 4 porsiyon süt ürünü, baklagil, ceviz, ekmek, et, meyve miktarları ile çıkmıştım. sonrasında yeni mutfağımın da etkisi ile başladım sağlıklı beslenmeye. hayatımın hiçbir döneminde bu kadar sağlıklı beslenmemiş olabilirim. yoğurt, süt, kırmızı et, baklagil, ceviz, badem, pekmez, tahin, meyveyi mutlaka proteinle tüketmece, litre litre su tüketimi derken 1 ayı tamamladım. şekerli ve hamurlu gıdalardan uzak dur demişti. ama 3-4 tatlı kaçamağım ve bir mantı vukuatım oldu 24-28 hafta arasında (ay hamileyim ben ya diye isyan edesim var ama Ebru hanımın buna cevabı "hamilelik bir kadının en özenmesi, dikkat etmesi gereken ay, başka bir candan da sorumlusun" olur). he bir de kural olarak koyduğu 3 porsiyon meyveyi geçmeme kısmı çok zordu. evet ben akşamları çeşit çeşit meyvelerden meyve salatası yapan bir insandım, ne demek bir mandaline ya da bir yarım muz 1 porsiyon :) daha fazla uzatmadan özet geçeyim, 4 Aralık'da tırsa tırsa Ebru hanımın odasındaki tartıya çıktım ve o da ne gram almamıştım gram. Ebru hanım sevinçli ama bende bir panik, "ay her şeyi yedim, süt yoğurt kefir ceviz et balık; nasıl olur, bebek de mi kilo almadı yani" modundaydım ki, kadın kendinden emin "büyümüştür o" dedi. gerçekten de Alisa 300 gramdan 700 grama çıkmış. matematiksel olarak ben bu durumda kilo bile vermiş oluyorum ki bu iş bu menü ile nasıl oldu, hiç anlam veremedim. neyse doktorum mutlu, ben mutlu çıktım Fulya Teras'dan :)
ertesi gün yani Cumartesi günü ise annemi diyabet hastanesine götürmüştüm. kendim de aç gittim ki şeker yüklememi yaptırayım, sonuçta şeker konusunda içi çok rahat olmayan bir hamile için doğru adresti burası. yüklemeyi yaptrdım, gebelik şekerim yokmuş:) doktor açlık şekerimin yüksek seyretmesinin genetik olabileceğini, bebeğimi korumak için mümkün mertebe basit şekerden uzak durmamı önerdi (Perinatologdan sonra endrokronolog da aynı yorumu yapınca, bizim Ebru hocanın eli kolu uzun diye düşündüm, ya da gerçek her yerde gerçekti :)).
ben yine de  kilo almayışımın ve şeker yüklemesini atlatmış olmamın şerefine, haftasonu şekerli bir sahlep, kazandibi, çikolatalı muffin ve kahvaltıda bal kaymak götürdüm. hafta sonunun günahı olmaz bence :)
hamileliğin sağlık dışındaki işlerine gelince, daha yavruya Chakra'da indirime giren havlu dışında bir çöp bile almadım. ama çekirdek arkadaş grubunda son doğum yapacaklardan biri olarak yakınlarımdan bayağı bir nevale topladım. bebek arabasını da Emre'nin ablasından alacağız. Açıkcası bu tarz "geçici demirbaş"ları eğer mümkünse almama taraftarıyım. içme sinecek şekilde tedarik olmayıp aldıklarımı ise yine can ciğer dostlarımın çocukları kulansın isterim. tüketim, tüketim, tüketim üzerine kurulu bu düzene az da olsa baş kaldırmak gerekli bence. zaten bebek öyle bir şey ki (yaşamadım ama eminim), insan onun için tüketmekten, seçmekten hiç nefes alınmıyor bence, azaltmakta ve halen kullanılabilir eşyaları çöp yapmamakta fayda var diye düşünüyorum.
tüketmek dedim de bir post da hamilelik kıyafeti üzerine yazayım bak. onları çalışan kadın olarak genelde almak gerekiyor çünkü, elbette onda da dikkat edilerek ve doğru seçimlerle şık bir hamile olmanın yolları var.

havalar da soğumasa iyiydi di mi ? :)

20 Ekim 2015 Salı

It's a girl, Alisa :)


Hamilelik döneminde 18. haftanın içinde olduğum şu günlerde sanırsam nihayet huzura eriyorum.

7. hafta gibi başlayan bulantılar, 16. hafta bitene kadar bazen feci bazen hafif devam etti. hiç bitmeyeceğini düşünmeye başlamıştım. etraftan duyduklarımla he 12 haftada bitecek, he 15 de bitecek diye hep boşa bekledim. hatta bazen bitti sanıp bir et ürününü mideye indirdiğim ve yarım saat içinde içimin dışıma çıktığı zamanlar oldu :(

Doktorum 12. hafta kontolünde bir sonraki kontrolde (yani 16. hafta) bulantısız ve enerjik gelecksin demişti. Ben 16. haftanın dolmasına 1-2 gün kala, doktora "hani geçiyordu, nerde, hala aynı" isyanlarına hazırlandığım sırada, kontrole gideceğim günün sabahında bulantı olmadığını hissettim. ama kanmadım buna tabi, güne bulantısız başlayıp öğleden sonramın zindan olduğu çok gün geçirmiştim. akşam iş çıkışı araba kullanırken "Allah allah bulanmıyor valla" dediğimi hatırlıyorum kendi kendime.

neyse özetle kadının karşısına çıktığımda bulantı filan yoktu, tüm isyanlar içimde kaldı. ancak kendimi iyi hissetmiyordum, hala halsizdim ki bunu da ertesi gün başlayan ve 1 hafta yakamı bırakmayan grip virüsüne bağladım sonradan. arkadaş anladım ki hamile iken hasta olunca yapacak pek bir şey yok, hele de yoğun tempoda çalışıyorsan, yani elindeki tek çözüm olan "dinlenme" de uygulama dışı ise. hafta sonuna da düğün, annenin doktor muıayanesi vs patlayınca, bir hafta süründüm işte. kendimi bana bakın diye Selin'in ve Umut'un evine attığım günler oldu. gerçekten sefildim sefil. neme lazım ben bu havada bota, atkıya vs geçiş yaptım arkadaş, anladım ki hasta olunca ilaçsız iyileşemiyorsun, iyisi mi hasta olmayacaksın. artık elimi günde 15 kez filan yıkayıp, pürellenip, sürekli c vitamini ile, ıhlamur bardağı ile geziniyorum; önümüz kış ve ı-ıh hasta neyim olmamam lazım. 10 yıldır ekmeğini yediğim ilaç sektörünü bu konuda kınayacağım ama onlar ne yapsın, hamileler üzerinde klinik çalışma doğal olarak yasak, ancak gerçek yaşam verisi ile kullanılabilen ilaçlar var işte.

Konu dağıldı, ne diyordum: 16. hafta kontrolü. hiçbir sorun çıkmayan ikili test ardından, 16. haftada 4lü test için kan verdim (çok şükür bunda da bir şey çıkmadı). ve nihayet bizimkisi cinsiyetini de belli etti. artık Allah gönlüme göre mi verdi, ben telapati yöntemi ile mi yaptım bilmiyorum ama bebeğim bir kızmış :) ikinci çocuk için hem yaş hem çalışma şartları hem de benim bünye pek uygun olmadığından (hayat bu belli olmaz tabii) kız olmasını çok istemiştim. elbette insanın neyi varsa o bence iyidir, hoştur ve doktor erkek dese içimde en ufak bir burukluk olmazdı, orası çok ayrı.

Evet her şey yolunda giderse Mart ayında aramıza bir kız katılacak ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. ve ben eminim ki, anaç bir karakterim olmasa da, özgürlüğüne ve iş yaşamına düşkün bir kadın olarak onu çok ama çok seveceğim ve hayatımın değişmesi umrumda bile olmayacak. Yeter ki sağlık ve sıhhatle doğsun, o günleri görelim.

Komşu topraklarda bir Selanik-Girit turu (Kısım 1- Selanik)



2013 yılı Ekim ayında hazırlanıp, yayınlanmamış bir post imiş bu. o kadar taslak hazırlamışım, bari yayınlayayım olduğu kadarı ile dedim.

Yıllar geçmiş yazmayalı, ki bu yıllarda pek çoğu iş için olsa da epeyce yer gezdim ben.

İş için olmayan bir gezim de Selanik-Girit gezisi idi. İşbu yazı bu gezinin Selanik tarafını içeriyor.

2013 yılı Kurban bayramında nereye gitsek, ne yapsak diye düşünmeye Ağustos ayında başladık. Uzakdoğu'dan Amerika'ya oldukça geniş bir yelpazedeydi alternatiflerimiz, ama düşünülmesi gereken oldukça faktör de vardı. bir kere bütçemizi yaralamamalıydı, hepimiz çok yorulduğumuzdan dinlenmeye de izin veren bir tatil olmalıydı ve mümkünse ılıman iklim olmalıydı, zaten kış kapıdayken geçen sene kurban bayramında yaptığımız gibi donmaya gerek yoktu :)

Amerika'ya bir denetim için gitmiştim Ağustos ayında, müfettiş sağ olsun Japonya ve İrlanda deneyimlerim gibi yormadı beni, hem maillerimi kontrol etmeye hem de arada bizim bayram seyahati için araştırma yapmaya vaktim vardı.

Nasıl başladık araştırmaya. Efendim aldım haritayı önüme, olabildiğince güneye inelim diye düşündük. Uzakdoğu, Güney Amerika, Akabe filan uçak parası sebebi ile elendi. Kıbrıs'ı detaylı düşündük, ama bayram sebebi ile uçaklar da oteller de el yakıyordu vallahi.

En son Belek'de beş yıldızlı bir otelde yatsak mı planları yaparken, gözüm Akdeniz'in büyük adası Girit'e çarptı. Yıllar önce (2005) Atina'da geçirdiğim yaz döneminde, kalabalık bir grup gitmişti Girit'e hafta sonu için, ben dahil olmamıştım ama içimde kalmıştı vallahi. E ne zamandır bir Yunan adası mı yapsak fikri de hep aklımda, e oldukça güneyde bu ada yani Antalya'dan daha sıcak olmalı diyor coğrafi bilgilerimiz. neyse bir araştırdım ki, oteller düşük sezon sebebi ile ucuz görünüyor, e Yunanistan'da bayram tatili yok gibi. Uçak biletleri biraz zorlayacak gibi, ya Atina'dan ya da Selanik'den aktarma yapmak lazım. Hmm bu adanın iki merkezi var gibi, bir tanesi Heraklion, diğeri de daha yazlık olan Hanya. Selanik'den Ryanair ile 60 TL'ye uçuş varmış da, Selanik'e uçmak pahalı derken... kafamda ampul yandı, ben bırak Selanik yolunu, Atina yolunu iki kere otobüsle gidip dönmüş insandım, Selanik dediğin yer İstanbul'dan 8-9 saatti, tamam çok keyifli bir otobüs yolculuğu değil ama 80 TL'ye Selanik'e atıyordu bizi işte. Grupla da paylaşınca (toplam 10 kişi), herkes olumlu baktı, olumsuz bakanlar da eşlerini dinlemek durumunda kaldı ve ben Amerika'dan gelir gelmez, uçak biletlerimiz alındı, otobüs biletlerimiz ayrıltıldı ve otel rezervasyonlarımız yapıldı. Grupta vize alması gerekenlerin evrakları da büyük bir hızla halloluverdi valla. planımıza göre önce Selanik yapacaktık, burda 1 gece kalıp ertesi gün Girit'in Hanya şehrine uçacaktık. Girit'de tatil bölgeleri Hanya tarafına yakın, Heraklion baş şehir olmasına rağmen.

11 Ekim Cuma akşamı herkes işyerinden Forum İstanbul'a geldi ve otogara giderek turumuzu başlattık. Benim hep söylediğim bir şey vardır, yola çıktığın an tatil başlar, bu yüzden yolda geçen zamanı hiçbir zaman kayıp saymam, o yol da tatile dahildir benim gözümde. Alpar turizm ile çıktık yola. aslında biletlerle ilgili hem gidişte hem dönüşte sıkıntı yaşadık, metro turizme güvenmeyip derin araştırmalarımla Alpar'dan bilet aldığıma üzüldüm epeyce, ama buraya bu tatsız kısımların detayları yazmıyorum artık. Bu arada İstanbul-Selanik arası gidip gelen Dostluk Trenini kaldıranlara da güzel laflar hazırladım ama o da ayrı bir yazı konusu olur.

Gece yarısını geçerken sınırı geçtik ve ben 5. kez yarısı kırmızı beyaz yarısı mavi beyaz boyanmış Meriç ırmağı üzerindeki köprüye baktım yine. sonra iskeçe, gümülcine, dedeağaç derken, Kavala'yı da geride bırakıp sabah 7 gibi ulaştık Selanik'e. şöyle bir baktım, tren istasyonunda her şey aynı, Yunanistan'ın fast food zinciri Goody's, Yaseminle tren beklerken adının "Peynirli" olduğunu okuyup, ısırığımız domuz sosisine gelince elimizden attığımız sandviçi yaşadığımız kafe, ve de şehride 8 yıldır bir gram ilerleyememiş metro inşaatı.

Tren istasyonunda bir şeyler yedikten sonra,istasyonun bir kapısının açıldığı Egnetia caddesinin ilerisinde bulunan otelimize yöneldik. Tam tahmin ettiğimiz gibi otel check in yapmadı o saatte ama bagajları attık üzerimizden. sonra İzmir'deki kordonun adeta bir kopyasını oluşturan deniz kenarına indik yine yürüyerek. Beyaz Kule sisler altında saklanıyordu. Bu kule şehrin simgesi sayılıyor, Osmanlı döneminde (Kanuni Sultan Süleyman zamanı) inşaa edilmiş.Bazı söylentilere göre mimar sinan tarafından yapılmış ama bu bilgiye her yerde rastlamamak doğruluğuna gölge düşürüyor. Osmanlılarda savunma amaçlı yapılan kule, bir dönem hapishane olarak da kullanılmış. Balkan savaşı sonrasında Selanik Yunanlıların eline geçtiğinde, kuleyi vaftiz etmek amacı ile beyaza boyamışlar ve beyaz kule demişler adına. Kule şu anda beyaz filan değil, boyası akmış ve orijinal renginde. neyse ki Osmanlı'dan kalan bir çok şeyin başına gelen bunun başına gelmemiş de, yapı hala ayakta ve günümüzde müze olan bu yapıyı 3 € vererek gezebiliyorsunuz.

Kulenin önünde geçirdiğimiz yarım saatten sonra (içinde gerçekten birşey yok, ben yıllar önce gezmiştim ) kuleyi karşıdan gören bir kafeye attık kendimizi; sisler içindeki kuleyi ben ilk gençlik yıllarımda yaptığım gibi frappe içerek izledim, bu frappe dedilen zımpırtıyı üzgünüm ama sadece Yunanlılar becerebiliyor yapmayı. grupta ucuz olmasını fırsat bilip breezer (düşük alkollü romlu ve meyveli içki; bizde yassah gençliği alkole özendirdiği için) ile güne başlayanlar da oldu:)

Soluklanmamızın ardından göreceğimiz iki tane müze vardı. Bir tanesi Selanik Arkeoloji Müzesi, Diğeri de Bizans Kültür Müzesi. Birbirine oldukça yakın bu iki müzeye, kulenin hemen karşısındaki kıyıya paralel yolu izleyerek elimizde haritamız ulaştık ve kombine bilet alarak iki müzeyi de gezdik. Yunanistan'da arkeoloji müzesi gezmek ayrı bir keyif bence, o yüzden müzeler oldukça güzeldi ama elbette Atina'da bulunan arkeoloji müzesinin yanına yaklaşamaz bile.

Yorucu müze gezisinin ardından, artık gecenin yolda geçmesinden dolayı gözler de kapanmaya yüz tutmuşken, kendimizi sahildeki restaurantlardan birine attık ve birbirinden leziz Selanik yemekleri ile burda karşılaşmış olduk. ortada yunan salatamız (çoban salatasının büyük kıyılmışı aslında...), caciki, patlıcan salatamız güzeel bir yemek yedik. Üzerine de artık geleneksellemiş olan ikram geldi, uzo ;)

Son bir enerjimizi toplayıp, Atatürk'ün evini gezmeyi ertesi güne bırakmamaya karar verdik. aslında grupta otele gidip dinlenelim, yarın sabah gezeriz sesleri yükseldi ama ben arkadaşlarımı tanıyordum, akşam içecektik ve ertesi gün havalimanına anca giderdik biz; ilk amacımız kültür turu olmadığından öyle Selanik'i karış karış gezmeye niyetimiz yoktu ama Atatürk'ün evini de gezmeden gidemezdik sonuçta. Yine elimizde harita Atamızın evini bulduk. Ev bu sene restore edilerek ziyaretçilere açılmış, Serdar Bilgili üstlenmiş masrafları. Açıkcası benim için hayal kırıklığı, çünkü ben bu evi içindeki eşyalar gönderilmeden gezmiştim, yani bir ev gibiyken. o zamanlar yunan bir arkadaşımız Selanik'de yaşayan arkadaşlarını da çağırmış ve biz iki türk kızı üç yunan genci ile saygı içinde eşyalara bakmıştık, gözlerim dolmuştu. ev şimdi boşaltılmış, duvarlara tarihsel bilgiler eklenmiş, her yerde bulacağınızdan.tek olumlu bulduğum şey Atatürk'ün balmumu heykeli bence. Eşyaların Türkiye'ye gönderildiğini, zaten Atatürk'e ait olmadıklarını, bir Yunan aileden kaldıklarını filan söylediler, ama ben tatmin olmadım. Evin ortasında bir makette, benim yıllar önce gezmiş olduğum eve ait bir maket vardı, keşke gerçeği de öyle kalsaydı. Bahçede Ali Rıza Efendi tarafından dikilmiş ağaca minnetle baktık ve Atamızın evinden ayrıldık.

Yol üzerinde Selanik'deki en güzel kiliselerden biri olan, Bizans zamanından kalma Agios Dimitrios kilisesini gezdik. Yine yol üzerinde Osmanlı Roma döneminden kalma Roma Forumunu, Rotunda'yı görebilme şansımız da oldu. Sonra otelimize gelip kendimizi dinlenmeye bıraktık.

Akşam nerede yemek yiyeceğimiz çok önemli idi, gelmeden önce trip advisor ve forumlar taranmıştı ve biz konumu otelimizden yürüme mesafesinde olan, oldukça da övgü aldığını okuduğumuz To Hellinikon isimli restaurantı tercih ettik. vallahi yemek yerken bir de parmaklarımızı yedik, şiddetle tavsiye olunur. ben en çok domatesli, peynirli patlıcan salatasını beğendim; yine domates ve peynirle yapılmış saganaki de müthişti. yanına elbette uzo içtik. normalde uzo ile çok aram yoktu ama mini markalı olanı oldukça beğendim,rakıdan daha kolay içildiği kesin. midelerimiz bayram ederken hesabı da istedik ve ikram likörlerimiz de geldi peşinden:) açıkcası yediğimiz yer bizim asmalı mscit kıvamında bir yerdi ve en az iki başı iki kadeh içki içildi, deli gibi de kalamarlar, karidesler gitti geldi masaya; ödediğimiz hesap bir asmalı mescit mekanında ödenenin kesinlikle altındaydı; e içki deli gibi pahalı olmayınca.

Yemek yedikten sonra, boat bar denilen, beyaz kulenin arkasından binilerek denizde size müzik çalan gemilere bindik ve yunan müzikleri eşliğinde bir saat geçirdik. tamam bazı tanıdık melodilere türkçe eşlik ettik ve dikkat çektik, ama güzeldi (biz dünyayıı çok sevdiiik, ölüm bizden uzak olsun...)

Sonra Nikis caddesinde, denize bakan birkaç bara öylesine girip çıktık ve yorucu bir günü kapatarak otele döndük. Selanik'in gece hayatının güzel olduğu her halinden beli, sokaklarda masalar, herkes eğleniyor, denize nazır kazık yemeden içki içmek, bence çook güzel. Acaba bu şehir bizde kalsa, bu kadar güzel olur muydu diye düşünmedim değil, kesin masaları kaldırırdık, ruhsat probleminden bu kadar mekan da olmayabilirdi; ama yine de bizim şehrimiz olmamasına hayıflandım tekrardan.

Ertesi gün Goodys' de yemek yedik. Goody's Yunanistan'da Mc Donalds'dan daha çok iş yapan bir fast food zinciri.

Selanik'le ilgili canımı sıkan detaylar da vardı tabii bir önceki görüşüme göre değişen. Mesela yol başı olan büfelerin çoğu kapanmıştı, kapalı dükkan sayısı da çoktu. şehirde ekonomik krizin etkileri hissediliyor yani. İzmir'e benziyor ama İzmir daha zengin görünüyor gözlerimize.

Selanik'e bir nokta koymadan, bir yerden daha bahsedeceğim. O da Girit dönüşü uğradığımız bir meze restaurantı. Bu bölgeyi dönerken de olsa keşfettiğimize (aslında tavsiye ile gittik) çok sevindim. Ladadika bölgesi, eskiden genelevlerle dolu adı kötü anılan bir bölge iken günümüzde salaş ama butik tavernaların mekanı olmuş. sahilde sırtınızı Beyaz Kuleye verip denizi solunuza alıp yürüdüğünüzde Markiz isimli büyük gece kulübünün olduğu bölgenin arka sokaklarının ismi Ladadika. Şirin bir meydan da var. Biz tavsiye ile Full tou meze denilen mekana gittik. yemeklerin biraz geç gelmesi, unutulması ve de her yerde artık alışmış olduğumuz ikramın olmaması dışında lezzete bir şey denilemeyecek bir mekandı. Patlıcan ve peynirle yapılan meze, peynirli mantar dolması ve biberaki (peynirli biber dolması) tadı damaklarımızda kaldı. Üstelik Türkçe menüleri de vardı, ve ben bir tanesini çaldım:)

Özetle, Selanik sahili ve sahili dik kesen sokakların cıvıltısı, meraklılarına müzeleri ve tarihi eserleri, muhteşem tatları yakalayabileceğiniz tavernaları ile özellikle bir haftasonu kaçışı için ideal. pasaportunda vizesi olanlar ve otobüs yolculuğundan gocunmayanlar için ekonomik bir haftasonu tatili olabilir bence.

Yıllar sonra yeniden gezmek ve unuttuklarımı hatırlamak ve de yeni hatıralar yaratmış olmaktan çok mutluydum :)

Düşündüm de bu gezinin üzerinden de iki yıl geçtiğine göre, benim yine bir Yunanistan'a uğrama zamanım gelmiş ;)






















14 Eylül 2015 Pazartesi

Yeni bir hayat :)

İş yoğunluğum hiçbir zaman eskisi kadar yazmama izin vermedi. Bilgşsayarımdaki çerez problemini bile halledip düzgün bir şekilde post oluşturamıyorum.
Gittiğim yerlerin haritaları, notları dosyaların içinde; belki bir gün yazarım diye.
İşte hep yazarım deyip deyip ertelediğim, hayatın beni kovaladığı bu dönemde hayatımda hiiç ertelenemeyecek bir gelişme oldu.
Eh tahmini zor değil: Bir bebek bekliyorum:) ilk afallamaları üzerimden atıp duruma alışmam vakit aldı, kalp atışlarını duyduğum anda hissettim ki, hayat artık eskisi gibi olmayacak:) Evet ultrason verilerine göre an itibari ile 12 haftalık hamileyim.
Elbette benim bu hikayem de biraz ilginç;)
Mental olarak hazır olmasam da uzun sayılabilecek bir zaman önce eşimle çocuk kararı aldık. Sürecin uzaması brni mental olarak bu işe hazırlarken psikolojimi yıpratmadı da değil. Bu dönemde en büyük hayali bir çocuk olan bir kadın olmadığım için kendimi şanslı görüyorum. Çünkü işin sosyal baskısı bile iğrenç. Etrafınızdaki insanların anlayışsızlığı, kaç göbek uzaktan akrabanın yatak odanıza karışmak sureti ile çocuk sorması... Gerçekten özellikle bebek sahibi olmak için yanıp tutuşan bir kadını en zayıf yerinden vurabilecek bir sosyal baskı bu. Ben hayatım çok dolu ve düşünecek çok da zaman olmadığı için iyi atlattım bu süreci. Ama kulağa küpe yapılması gereken bir nokta var: 4 yıllık evli bir çift çocuk sahibi bir çiftin çocuğu yoksa, ya gerçekten istemiyordur ya da olmuyordur; sormayın, ısrar etmeyin, bir susun Allah aşkına. Bir de bunların ileri versiyonları var ki, düşman başına efendim. Sorarlar, "kısmet" dersiniz ama kurtulamazsınız. Aaa kısmet ama sizin de bir şeyler yapmanız lazım, aa doktora gittiniz mi bıdı bıdı başlarlar. Bazılarına yok benim çocuğum olmuyor teyze de inanın yeterli gelmiyor, bu sefer de engin tecrübeler başlar. Neyse bu konuda farkında olmadan dolmuşum yahu, işte bunlar hep köy ziyaretlerim yüzünden.
Nerde kalmıştım? Süreç... Hiçbir sorun yokken durum daha da çözümsüz, biz de bunu yaşadık işte bu süreçte. Tedavi denemeleri, ilaçlar vs derken doktorum kararınızı verin ve tüp bebek yapalım dedi. Kararımızı verdik, konuyu sene sonunda tüp bebek diyerek rafa kaldırdık. Mayıs, Haziran ayını ne zamandır aklımda olan burun estetiği konusuna ayırdım, doktorumu buldum, kaporayı yatırdım, 25 Ağustos'a ameliyat gününü belirledik.
Tamamen burnuma odaklanarak geçen Temmuz ayında bayramda memleketimizde idik. Sonra kısa bir Kaş tatili girdi araya ve ben oradaki iki gece içkinin dibine vurdum. Kaş'tan asıl dinlenme tatiline başlayacağımız ve içkinin dibine vurmayı planladığımız Dalaman'daki otele giriş yaptığımız gün, aslında doğru dürüst belirti olmamasına, hatta tersi yönde veriler olmasına rağmen; elim çantamdaki teste gitti. Bu şekilde test yaptığım çoktu benim, ne olur ne olmaz hesabı. Öyle ya şimdi çiğ, pişmiş ne bulsam yiyecek, içecek ve kendimi aquapark eğlencesine verecektim :)
 işte o test saniyeler sonra ikinci çizgiyi gösterdi ve ben şok. Elimden düştü resmen, aklıma kısa vadedeki tatilim ve burun ameliyatım geldi; biliyorum çok tuhaf ama toparlamam birkaç günümü aldı işte. Sonra elbette kendime geldim ve haberin keyfini çıkarmaya başladım. Hoş bu keyif çok uzun sürmedi, midem bana öyle kalleşlik etti ki haftalardır su içemiyorum su. Bebeğimizin kesesi, kalp atışı, bu hafta elleri kolları derken 12. Haftayı bitirdik. İkili testi de iyi çıktı çok şükür.
Kusmalar ve bulantılarla geçen günlerden sonra kendimi kusmadığım yegane şeye, ekmeğe verince 3.5 kiloyu almışım tabi! Amanın bundan sonra dikkat etmek lazım:) şu yavaştan azalan bulantılar bir bitse de sağlıklı bir beslenme düzenine geçebilsem.
Bu arada 12. Haftada cinsiyeti öğrenemedik. İçimde kız gibi hissettiğim bebek, ultrasonda erkek gibi geliyor bana:)
İşte hal ve durumlar böyle, bizim için yepyeni bir hayat başlıyor!!!